Kategoriler

24 Kasım 2014 Pazartesi

Neler var bu ara ? (2)




 Bilmiyorum siz de benimle aynı fikirde misiniz ama benim için sonbahar demek yanına kahveni alıp, battaniyeyle bütünleşip kitaplara gömülmek demek. Yaprakların hoş görüntüsü ve hafif melankolik havasıyla beraber sizler için alternatif bir okunacaklar listesi hazırladım yine, hepsi tam da sonbahar tadında.Bazılarını ben de okumadım, benim için de güzel bir okuma listesi olabilir açıkçası.Göz atmaya başlayalım o zaman..









 Öncelikle yolunuz D&R'a düşerse bu naif kitabı elinize alıp güzel dokusuna bakmanızı öneriyorum.Benim için kitabın içi kadar dışı da çok önemlidir,kendimi özel hissettirsin isterim.Viyana Valsi de bu yönden beklentilerimi karşılayacak bir kitap gibi duruyor.Kaliteli basımıyla birlikte hikayesi de çok güzel, çünkü tüm zamanların en önemli müzisyen ve dahilerinden Mozart'ın, zamanının genç ve güzel İngiliz Sopranosu Anna Storace ile yaşadığı yasak aşkın büyülü öyküsü sunuluyor. Şahsen listemdeki bir numaraya yerleşti, okumak için sabırsızlanıyorum.Halen öyle mi bilemiyorum ama  D&R'a giderseniz eğer bir bakın derim, indirimli kitaplar arasındaydı bu şahane roman.







  Bir diğer merak ettiğim kitap ise iki yazarlı bir ortak yapım olan Rüya. Daha elime almadan ilgi çekici olduğunu haykıran bir kitap Rüya, basit tasarımıyla resmen okumaya davet ediyor insanı. Konusu da bir o kadar ilginç aslında.Rüyalarında birbirlerinin hayatlarını sürdüren, bir nevi değiş tokuş yapan iki kız arkadaş düşünün. İlginç değil mi ? Kesinlikle öyle. Sayfalar ilerledikçe hikaye daha da karmaşıklaşacak gibi duruyor, bize de alıp okumak kalıyor.





  Her ne kadar başlayıp bitiremesem de, bu durum kitabın güzelliğine gölge düşürmüyor elbette.Modern bir metropol masalı olan Yeraltı Saatleri, günümüzde her kozmopolit şehrin yaşadığı hengamenin arasında yalnızlaşmış iki karakterin hayatına ışık tutarken, acaba şehir insanları olarak kendimiz ruhsal olarak ne durumdayız, sıkıntılarla başa çıkmaya çalışırken neleri gözardı ediyoruz gibi güncel soruları sorgulamamızı sağlıyor. Bence tam da sonbaharın dinginliğine ve hafif depresif havasına uyan bir hikaye, kaçırmayın derim.


Şimdilik bu kadar, incelememi istediğiniz her hangi bir kitap varsa eğer, biliyorsunuz önerilerinizi her zaman bekliyorum.
  

29 Ekim 2014 Çarşamba

La tête en Friche / My Afternoons with Margueritte ( Garip Dostluk )





Yönetmen: Jean Becker
Tür: Dram - Komedi
Oyuncular: Gérard Depardieu, Gisèle Casadesus


Bu filmi izledikten sonra yazmadan geçemedim, bana başta kötü gibi görünmüştü ama gerçekten sıcacık ve izlenmeye değer bir filmmiş.
Genelde fransız filmleri hep sonu olmadan biter ya bunun bir sonu var. Söz veriyorum.

Filmde geçen diyaloglar sizi sıcacık bir yolculuğa çıkaracak

Konusu: Germain orta yaşlarda bir adamdır okuldan ve annesinden destek görememiş ve kendi sözleriyle söylüyorum, bir şey bilmez, bulanık hayatında yuvarlanıp gitmektedir. Taaa kiii bir gün parkta yaşlı ve sevimli Margueritte'la tanışana kadar. Margueritte onu kendi dünyasına sürükleyip onu kitaplarla, kelimelerle, deyimlerle ve bir çoğuyla tanıştırana kadar kendisi de yaşadığı bu tekdüze hayattan habersizdir. Germain farkına varmadan bu yaşlı kadına hayran kalıp, kitaplardan, karışık cümlelerden korkmaya bir son verecektir. Parktaki güvercinler onların ailesi olacaktır.

Ben de bilgiye olan bu korkunun yok oluşunu, zevkten dört köşe bir biçimde izledim. Tabi bunun yanında sıcacık ve derin dostluğu da yakaladım.


"Aşk ile şefkat arasında, eşine az rastlanır bir cevher. Gidecek bir yeri yoktu. Ona bir çiçeğin adı verilmişti ve kelimelerin arasında yaşıyordu. İnsana saç baş yolduran sıfatlar, bazısı insanın aklına zorla giren, ot gibi büyüyen fiiller vardır. O ise nazikçe zihnimden yüreğime girdi. Aşk hikayelerinde yalnızca aşk yoktur. Bazılarında tek bir "Seni seviyorum" bile bulunmaz. Yine de birbirimizi seviyoruz."




Spoiler: Filmin son kısımlarında gerçekten göz yaşlarımı tutamadım özellikle Gemain'in annesiyle olan ilişkisinin bir sonuca bağlanıp aralarındaki buzlar erimeden beklenmedik bir şekilde ölmesi benim için son noktayı koydu ve göz yaşlarım o andan itibaren bazen mutluluk yaşlarına dönse de akmayı durduramadı. Baba olacağını öğrenişi de filmin geneline bakılıcak olursa çok tatlı bir dokunuştu. Bazı kısımlarda özellikle başlarda biraz sıkılmış olsam da film beni yavaş yavaş ele geçirdi. Filme umut dolu tatlı mı tatlı bir son yazmışlar, buna da çok sevindim çünkü kötü bitseydi "Hayııııııııır!! Holamaaaaaz!!" diye bağırıp çevreye verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür de dilemeyecektim.





"Eşine az rastlanır bir cevher. Ona şans eseri bir parkta rastlamıştım. Fazla yer tutmuyordu, tüylü bir güvercin kadardı. Kelimelerin, isimlerin arasında kaybolmuştu. Bana, sayfaları gözlerimin önünde canlanan kitaplar verdi. Şimdi bekle, daha vakti gelmedi, bekle. Daha vakti gelmedi küçük çiçeğim. Bana kendinden bir şeyler daha kat. Bana yaşamından bir şeyler daha kat. Bekle. Aşk hikayelerinde yalnızca aşk yoktur. Bazılarında tek bir "Seni seviyorum" bile bulunmaz. Yine de birbirimizi seviyoruz."






27 Ekim 2014 Pazartesi

Sevsek mi sevmesek mi ? (Ardında Bıraktığın Kadın)

 Uzun zamandan sonra biraz da vicdan azabıyla başladığım bir yazımdan merhaba! Bu sene okul hiç bu kadar bunaltıcı ve yoğun olmamıştı ayrıca vizelerimin de başlamasına çok az kalması sebebiyle çok sevdiğim bloğumu birazcık ihmal etmiş olabilirim. Yazmanın en zevkli olduğu kısımla başlamak istedim, çünkü bu başlığı gerçekten çok seviyorum. Kitaplara daima iyi yönde eleştiri yapmaktan hoşlanmıyorum, bu yüzden objektif olmaya çalışarak yine sevsek mi sevmesek mi arada kalacağımız bir kitaptan daha bahsedeceğim. 




  


Öncelikle bu kitabı, Jojo Moyes'in Senden Önce Ben kitabına duyduğum aşırı sevgiye dayanarak aldığımı belirtmek istiyorum. Öyle bir kitaptan sonra haliyle beklentim yine üst seviyedeydi, ama ne yazık ki aradığımı bulamadım. Konusu ve karakterleriyle oldukça iddialı geliyor başta, özellikle arka kapak tanıtımı kesinlikle ilgi çekici kabul etmeliyim ki.


                                               Ardında bıraktığın kadını hatırlıyor musun?


''Genç ve güzel Sophie ; savaşa giden ressam kocası Edouard'ın yokluğunda ailesini ne pahasına olursa olsun korumaya kararlıdır. Ancak işlettikleri otel bir Alman komutan ile askerlerine hizmet vermek zorunda bırakıldığında huzurlu evleri, korku ve gerilimin yuvası haline gelir. Ve tehlikeli Alman komutan, Sophie'nin büyüleyici tablosuna tutkuyla bakmaya başladığında artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı anlaşılır...

Neredeyse bir yüz yıl sonra Sophie'nin göz alıcı tablosu Liv Halston'ın evinde asılı durmaktadır. Ölen kocasının hediyesi olan bu tablo, Liv için tüm anılarını gömdüğü bir hazine gibidir. Ancak şans eseri tablonun karanlık geçmişi gün yüzüne çıktığında Liv'in hayatı bir kez daha alt üst olmanın eşiğine gelir... ''

                                                           ---------------------------------               


Öncelikle kitaptan bolca İkinci Dünya Savaşı tasviri ve tarihi detay bekliyorsanız, beklentilerinizi çöpe atabilirsiniz. Kitabın başlangıcı oldukça sürükleyici ancak, bir süre sonra karakterlerin daha da derinlerine inmek ve yaşadıkları dramı ve acıyı daha derinden hissetmek istedim. Tablo'nun tasviri oldukça başarılıydı, bunu kabul etmeliyim zira gözümde canlanmayan tek bir ayrıntısı bile yoktu, okuyanlar varsa eğer ne demek istediğimi anlayacaklardır. Ancak, Sophie'nin esir tutulduğu sürece yaşadıklarını ve bana hissettirdiği duygusallığı ayrı tutarsak, tek başarılı tasvir buydu diyebilirim.Ayrıca, kitabın ana unsurlarından olan Sophie ile Alman komutan arasındaki ilişkinin ne boyutta işlenmesi gerektiğine bence yazar da karar verememiş gibiydi. Sophie kutsal bir kadın olarak mı lanse edilmeli yoksa her insan gibi aşkı uğruna yaptığı hatalar da olmalı mı ikilemine düşmüş gibiydi sanki. Ortada işlenebilecek bolca malzeme ve harika bir konu var ancak, geçmiş ile bugün arasındaki zaman geçişi ne yazık ki benim açımdan tatmin edici değildi, sonu baştan belli bir filmi izler gibi hissettim. Keşke Liv ve onun eşiyle arasındaki ilişki daha derinlemesine işlenseydi,  yazar ikisine de yer vermeye çalışmaktan ne tam olarak Sophie'nin hikayesine önem verebilmiş ne de Liv'inkine. Liv'in tabloya sadece eşinden kalan bir hatıra olarak bakmadığına tam olarak ikna olamadım, bu şekilde lanse edilmese de olurdu bence. Devam kitabı olarak işlenseydi daha başarılı olur muydu sorusu aklıma gelmiyor değil ne yazık ki, önceden de belirttiğim gibi sonradan alışsam da zamanlar arası geçişler hikayeyi sadece daha da karmaşık hale getirip, detayları bulanıklaştırmış. Tablo'nun etkileyici öyküsüne ve karakterlerin başarılı olma potansiyellerine yazık olmuş diyebilirim. Yine de geçmişe ve özellikle benim gibi savaş hikayelerine meraklı olanlar varsa okumasınlar demiyorum ama beklentiler çok da yüksek tutulmasın.


                                                             -------------------------------------

 Farkettim ki içinde mahkeme, dava ve muhteşem tablolar barındıran her kitap benim için çok ilgi çekici. Eğer sizin de kendinizde farkettiğiniz, olmazsa olmaz dediğiniz unsurlar ve beklentiler varsa benimle paylaşırsanız çoook mutlu olurum. Bu konuda ve diğer her konuda yorumlarınızı bekliyorum! :)







4 Ekim 2014 Cumartesi

Kurtlara Söyle Eve Döndüm







                                                Kitap Adı: Kurtlara Söyle Eve Döndüm
                                                Orijinal Adı: Tell The Wolves I'm Home
                                                Yayınevi: MARTI 
                                                Yazarı: Carol Rifka Brunt



Size sadece uzun gelebilecek, ama benim için asırlar kadar uzun zaman sonra yeni bir kitap incelemesiyle karşınızdayım. Neden bu kadar bekledi acaba diye merak edenler varsa eğer, sebebi kesinlikle ders yoğunluğum ya da az okumam değil. Kendimi bir türlü hazır hissedemedim bu kitabı yorumlamak için, o kadar derin ve anlatması zor bir kitapla karşılaştım ki ilk sayfasından itibaren kesinlikle yorumlamam gereken ama nasıl yapacağımı bilemediğim bir hikaye okuduğumun farkındaydım ve kara kara düşünmeye başladım. Bu kitap çok farklı, can yakan ve okuyanı derin düşüncelerle baş başa bırakan bir kitap. Bu hikaye sevginin, sıra dışı bir dostluğun ve kız kardeşlerin hikayesi...




                               ----------------------------------------------------------








Kitabın ana karakteri olan June Elbus, Orta Çağ ve onunla ilgili her şeye oldukça meraklı, eski tarz kıyafetlerden hoşlanan ve sürekli dayısının kendisine hediye ettiği eski moda çizmeleri giyen, garip bir şekilde okulun yakınındaki ormanda huzur bulan bir kız. Birlikte vakit geçirmekten en çok keyif aldığı kişi ise dayısı Finn ancak ona duyduğu hayranlık kimseye anlatamadığı kadar derin ve yoğun. Sorunlar da işte bu noktada başlıyor çünkü Finn AIDS hastası ve fazla vaktinin kalmadığını biliyor. Tek istediği birbirleriyle bir türlü geçinemeyen yeğenleri June ve onun ablası Greta'yı bir portrede resmetmek ve aralarında bir bağ kurmak. Acaba Finn'in önlenemez ölümünden sonra June hangi sorunlarla başa çıkmaya çalışacak ? Dayısının esrarengiz erkek arkadaşının sırrı ne ? Peki ya şu ünlü portreye ne olacak ? 


                               ------------------------------------------------

                                              

Öncelikle kitabın tuhaf bir şekilde güzel olan isminin nereden geldiğini açıklamam gerekiyor sanırım. Finn, çizdiği portrenin negatif alanında bir kurt kafası belirecek şekilde tamamlıyor portreyi ve bunu yalnızca June 'un fark edeceği bir sır olarak saklıyor. Portre o kadar güzel ve değerli ki kitabın ana ögesi denilebilir ve olaylar onun etrafında şekilleniyor. Finn 'in AIDS hastası olması kitabın vıcık vıcık bir dram olmasına neden olmamış, yazarın yumuşak anlatımıyla okurken bu kısımları hasarsız atlatıyorsunuz. Kitapta bir kızın dayısına aşık olması elbette ki okuyucu tarafından garipsenecektir ancak, bunun bildiğimiz türden bir aşk olmadığını belirtmem gerekiyor, ilerleyen sayfalarda bunun derin bir sevgi ve çok değer verdiği birini kaybedeceğini bilmiş olmanın getirdiği hayranlık ve bağlanma hissi olduğu anlaşılıyor. Anlatılan hikaye o kadar işliyor ki insana hiç bitmese keşke dedirtiyor. Toby 'nin Finn ile sevgili olması, başta June ve ailesinin aklına Finn 'in hastalığıyla ilgili tek bir ihtimal gelmesine sebep oluyor ancak olaylar geliştikçe durumun bu kadar basit olmadığını anlıyoruz.Okudukça Toby 'nin sevecenliğine, kendi aşkına ve June 'a sadece Finn 'in hatırı olmadan da sahip çıkışına hayran kaldım ve bir insan bu kadar fedakar olabilir mi dedim kendi kendime.Aşkın çok farklı tür ve biçimlerini içinde barındırıyor kitap, bu yüzden okurken çoğuz kez çelişkide bırakıyor insanı, ben olsam ne yapardım diye düşündürüyor. Hayatta hiçbir şeyin kesin bir cevabı olmadığı gibi yaşananlar da tek bir doğru veya tek bir yanlış algısına dayanmıyor, yazar özellikle bu kısmı çok başarılı bir şekilde irdelemiş. June 'un ormanda kurtların sesini duyması ve portrede  kurt detayının bulunması kitapta konu birliği ögesine tamamen uymuş bu da çok hoşuma gitti kesinlikle. Kitapta sanata dair çok fazla detay var, ilk sayfalarda akılda tutmak çok zor geliyor ancak ilerleyen kısımlarda her detaya ve mekana hakim olup 80' li yıllara yolculuk yapmak mümkün.


                                --------------------------------------------------



                                            (SPOILER İÇERİR!!!!!) 



 Kitaptan daha vurucu bir son bekledim aslında. O portredeki sonradan eklenen şeylerin hiç düzeltilmemesini bekliyordum mesela ya da Greta ile June 'un arasının yeniden iyi olmamasını bekledim ama bunların hiç biri olmasa da sadece Toby 'nin kurtulmasını ümit ettim. Ayrıca kitaptaki tek sinir bozucu karakterin Greta gibi lanse edilmesi de kesinlikle haksızlıktı. Ortada tek bir sorunlu karakter varsa bu da June ve Greta 'nın annesi yani Finn 'in ablası olan Danni karakteri bence. İnsan kendi öz kardeşinin hastalığına bu kadar kayıtsız kalıp nasıl sadece sebeplerle ilgilenebilir ve bu sınırlı zamanın kıymetini bilemez dedirtti bana yalnızca.



                      ------------------------------------------------



Uzun lafın kısası, başta ön yargıyla yaklaştığım, ancak okudukça daha önce neden fark edip de okumadım dediğim bu kitap, kalbinizde kocaman bir sızı bırakacak, sevginin sınırları ve aşkın türleriyle ilgili düşündürecek ve kocaman bir gözyaşının yanaklarınızdan süzülmesine sebep olacak.

Not: MARTI Yayınları son dönemin en başarılı kitaplarını yayınlıyor, eğer bu zamana kadar gözünüzden kaçtıysa dikkat çekmek isterim





Okurken dinlersiniz diye..




                                            




1 Ekim 2014 Çarşamba

White Bird in a Blizzard ( Karda Beyaz Bir Kuş )


Yönetmen: Gregg Araki
Tür: Drama - Gerilim
Oyuncular: Shailene Woodley, Eva Green, Christopher Meloni

Oyuncularını yazarken bile ağzımı sulandırmayı başardı bu film ve gerçekten Shailene Woodley son zamanlarda vizyona giren en güzel filmlerde oynamayı mı başarıyor yoksa onun oyunculuğu mu filmleri güzelleştiriyor daha karar veremedim ama hayranı olma yolunda emin adımlarla ilerliyorum oyunculuğu gerçekçi ve sizi filmin içine çekiyor.
Ayrıca kocaman bir Eva Green hayranıyım ve filmin fragmanını ve oyuncu kadrosunu Youtube'da görür görmez "Çabuk hemen bunu çabuk hemen koş çabuk izle!" dedim. 

Yanılmamışım, bazı yönlerden eksik olsa da filmi çok beğendim. Özellikle ters köşenin ne demek olduğunu görmek isteyen varsa hemen izlemeye başlasın.


Konusu: Eva Green (Eve) filmde eskiden çok güzel ve havalı olan, genç yaşında evlenmiş, kocasından, evinden ve hayatından hiç memnun olmayan, depresyonun kıyısında dolaşan bir kadını,
Shailene (Kat) de onun 17 yaşındaki adındaki kızını oynuyor.
Eve kendi harcadığı gençliğini kızında gördükçe onu kıskanıyor ve ara sıra Kat'e karşı düşmanlaşabiliyor.
Film, Kat'in ailesiyle ilişkisinde " her şey, her zamanki gibi "yken, annesinin birden ortadan kaybolmasıyla başlıyor.

PUF!


Tam 17 yaşında olan Kat için ergenlik alarmları çalıyor tabi. Annesiyle çok da sağlıklı bir ilişkisi yok zaten ama buna rağmen annesinin hiç bir iz bırakmadan kayboluşu Kat'i etkiliyor ve kabuslar görmeye başlıyor.


Ama bu bir kabus filmi değil merak etmeyin

Kat'in büyüyüşünün, kendisini keşfedişinin, annesinin yokluğunda yaşadıklarının hikayesi... Ama bu kadar basit değil.


Bu bir hayatın şekilleniş hikayesi,

Film bittiğinde hangi doğrularla yaşıyor olduğunuzu sorgulayabilirsiniz...


"Annem ortadan kaybolduğunda 17 yaşındaydım."





Filmdeki müziklere de bayılacağınızdan eminim.

Spoiler: Filmde bana kalırsa eksik kalan birkaç şey var. İzlerken keşke Kat'in annesiyle olan ilişkisinde inişler olduğu kadar çıkışlar da olsaydı dedim. Hep kötü hep dibe doğru birbirlerini tüketen bir ilişki olması beni şaşırttı. Evet bir çok kötü anne profili gördük ama onların bile farklı bir yanları vardı. Filmde annenin yaptıklarından dolayı pişman olduğunu ya da acı çektiğini görmüyoruz. Yaptığı her şeyi hayatından mutsuz olduğu için yapıyor ve aynı şekilde Kat de öyle. Hiç pişmanlık duymuyor. Kat'i kucaklayıp öpmesini beklemezdim tabi ama bu acı da ayrı bir şekilde gösterilebilirdi. Annenin iç çatışması benim daha ilgimi çekerdi.
Yani diyorum ki bir yandan filmi tekrar çekin, anneye de ağırlık verin. Bir diğer kötü yanı da filmin sonunda babanın yakalanışını, Kat'in buna verdiği tepkiyi saniye saniye göremememiz. Son sahnelerde evet şoka girdim ama tatmin olamadım.

Filmde gerçek oyunculuklar arayanlar için rahatlıkla söyleyebilirim ki tadı damağınızda kalıcak.




En yakınınızı, onun en darbe vurucu kararlarını bilecek kadar tanıyor musunuz?




Peki onu hiç tam olarak tanıyabilecek misiniz?
Hala fırsatınız varken?


21 Eylül 2014 Pazar

The Words ( Çalıntı Hayat )





Yönetmen: Brian Klugman, Lee Sternthal
Tür: Dram - Gizem
Oyuncular: Dennis Quaid, Bradley Cooper, Zoe Saldana

Yine mi aşk hikayesi? Hayır. Bu sefer daha kötüsü.
Bu sefer her ne kadar aşk hikayesi gibi görünse de yaptığımız seçimlerin bizi götürdüğü yerleri, geri dönüşü olmayan seçimleri anlatan bir filmle geldim.

Çok derin bir konusu var, bence güzel de işlenmiş ve film bittikten sonra bir süre ekrana bakarak acının beni ele geçirmesine izin verdim, eminim izleyenlerin çoğu da bir süre ekrana bakıp kalacak.
Çünkü son saniye de geçtikten sonra çaresizsiniz.
Her şey baştan başlasın istiyorsunuz ama müziği dinlemekten başka elinizden gelen bir şey yok

Konusu: Herkesin bir hayali vardır, yazar olmak da Rory'nin hayali ama ona destek olan kimse yok, babası bile artık bu hayalden vazgeçip, sorumluluk almaya başlaması gerektiğini söylüyor, hatta eşi Dora onu çok sevmesine rağmen içten içe onun başarılı olacağına inanmıyor.
Biz de Rory'nin yıllar önce yazılmış bir başkasına ait olan kitabı buluşunu, kendi yazmış gibi gösterişini, onunla muhteşem bir başarı yakalayışını izliyoruz.
Rory artık bu çalıntı hayatla yaşamak zorunda. Geri dönüşü yok.

Hazırlıklı olmaya çalışın zira filmin bu kısmından sonra vicdanınız ayrı eve çıkmayı talep edecek.
Hiç bu kadar vicdanımı hissettiğimi hatırlamıyorum
"Lanet olsun Rory! Niye ha!? Niye!?" diyorum hala.


"Hayatta hepimiz seçimler yapıyoruz, asıl zor olan, onlarla yaşamak."


Zaten kitabın gerçek sahibi gelip onunla yüzleştiğinde işte o zaman her şey çok daha ilginç bir hal alıyor.


"Bunun bir bedeli olmayacağını mı düşündün? Yaşadığım bütün o acılar bu kelimelerin ortaya çıkmasını sağladı. Kelimeleri çalarsan... acıyı da yaşarsın."





Geçmişle geleceğin mükemmel buluşması...

Filmden genel olarak çok etkilendim ama beni en çok etkileyen sahne son sahnesiydi spoiler vermek istemiyorum bu film, müzikleriyle, çekimleriyle, konusuyla, izlenmeyi çok hakediyor.

Zaten Marcelo Zarvos da müzikle damgasını vurmuş filme, açıp açıp dinlerim ve filmin duygusuna girmeye çalışırım sürekli
Çünkü manyağım.
Çünkü mazoşistim.
Olsun...
Müzik harika, buna değer.





Sonuna geldiğinizde en az 3 film birden izlemiş gibi olacaksınız bana inanın. 
İzledikten sonra da her aklınıza gelişinde aslında şöyle de yorumlanabilir diyeceksiniz.



Hala burada mısınız???


İndirim Alarmıı !!!!

          Zilleri çalııın, bugün büyük gün! Yolunuz düşerse Kiler'e uğrayın sevgili ucuz kitap severler, çünkü kesinlikle memnun kalacaksınız. Ancak tecrübelerime dayanarak söylüyorum, yalnız gidin! Eğer benim gibi normalde de kitapçıda kendini kaybedenlerden, yanındakini ve hangi günde olduğunuzu unutanlardansanız en iyisi kimseyi yormadan tek başına olmanız bence.
         
          İndirim gerçekten o kadar iyi geldi ki bana, bütün kitapları alıp hepsini istiyorum hepsinii dememek için kendimi zor tuttum. Son trend ya da çok satan kitapları bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabilir ancak gittiği her yerde güzel ve okunmaya değer kitaplar bulabilenlerdenseniz sıkıntı yok demektir.

          Bugün indirimi ilk keşfediş günüm olduğu için fazla abartmadan sadece 2 kitap alıp çıktım ancak Kiler işgallerimin devamı gelecektir.








          İkisinin de konuları birbirinden ilgi çekici ancak uzun uzun yazmak istemiyorum,kitap yorumlarımda çok yakında görebilirsiniz. İkisi de orjinal ve neredeyse yok fiyatına. Zaten indirimde olan etiket fiyatından da %50 indirim olunca ''İşte bunu seviyoruuum! '' diyebildim sadece.
          İki kitap sadece 7 TL dersem ne demek istediğimi daha iyi açıklamış olurum sanırım. Özellikle Ankara'da bu fiyata korsan kitap bile bulunmaz, yani yazar diyor kiii bu fırsat kaçmaz! :)



 Bu da genel olarak indirim bulduğumda ben ;  


20 Eylül 2014 Cumartesi

The Time Traveler's Wife ( Zaman Yolcusunun Karısı)




Yönetmen: Robert Schwentke
Tür:
Bilim Kurgu - Dram

Oyuncular:
Eric Bana, Rachel McAdams



Şimdiiii neden bu film? Aslında öyle beğendiğim filmlerin en başında gelen bir film değil ama boş zamanlarda "Şimdi bir film izlesem ama çok da ağır olmasa" diyorsanız gerçekten güzel.
Ne tam çerez ne de tam yemek.

Film, Audrey Niffenegger'ın romanından uyarlanmış.
Ben Rachel McAdams'ı çok beğendiğim için izlemek istemiştim, sonra karmaşık yapısından dolayı çok hoşlandım bu filmden.
Yine ağlayacak olan ağlar, tutamayız, şekil A konuşuyor.


Konusu
: Aslında ismi, filmi tam olarak yansıtmış. Yani zamanda sürekli yolculuk yapan bir eşiniz varsa o hayat kolay olmaz arkadaş! Baş roldeki zaman yolcumuz Henry, malesef yolculukların ne zaman gerçekleşeceğini ve ne kadar uzun süreceğini bilemiyor. Clare için bu, çok sevdiği kocasının ona en çok ihtiyacı olduğu sırada orada olmayabileceği anlamına geliyor. Bir gün yanındaysa, iki gün çok uzaklarda... Yani "özlem" Clare'in hayatının büyük bir parçası. Karşılaştıkları bütün zorluklara karşı aşklarını kaybetmemeye çalışan birbirlerine sonsuz bir aşkla bağlı iki insanın hikayesi göreceksiniz.


Gelecekteki evleneceğiniz kişiyle, daha 6 yaşındayken tanışmış olsaydınız ne yapardınız?
Onu sevmeme gibi bir seçeneğiniz olabilir miydi?
Hayatınız boyunca onu beklememe gibi bir şansınız?


"Henry'i bütün hayatım boyunca bekledim"






Spoiler:
 Benim olabilirdi. Çünkü daha 6 yaşındayken, çalılıklardan 30 yaşında çıplak bir adam konuşsa ve benden battaniye istese, muhtemelen battaniye filan uzatmadan, oradan koşarak uzaklaşırdım. Çünkü "ben" olmak bunu gerektirir.
Neyse... Clare'i tebrik ediyor ve yoluma devam ediyorum.


Öyle bir aşk ki... Beraber geçirecekleri bir dakika bile, geri kalan hayatlarında ayrı kalsalar, bundan şikayet edemeyecekleri kadar değerli.




Rachel McAdams'ın yine zaman yolcusunun karısı olduğu bir filmi daha var, farklı bir film ve o da izlenmeye değer.
Eleştirisine yakında blogumuzdan ulaşabilirsiniz.


19 Eylül 2014 Cuma

Çilek Kızlar


Kimi kitaplar var ki, tek bir türe dahil edilemez. Çok karışıktır, her duyguyu barındırır içinde. Bu kez inceleyeceğim kitap tek ve tartışılmaz bir türe ait; Dram.. Anlatımı ve konu bütünlüğü güzelse her dram benim için vazgeçilmezdir o yüzden şimdi bahsedeceğim kitabı başta kendime saklamayı düşündüm, kimse bilmesin, aldığım kitapçıdaki kuytu köşesinde sadece ben keşfetmiş olayım dedim ama hikayesi o kadar hüzünlü ve güzel ki, kıyamadım. Bu ara yormayan ve akıcı bir kitap istiyorum, tasarımı da güzel olsa fena olmaz diyorsanız sizi yazımın devamını okumaya davet ediyorum.





Kitap Adı: Çilek Kızlar
Kitap Yazarı: Joyce Maynard
Orjinal İsmi: The Good Daughters<
Yayınevi:
A.P.R.I.L Yayıncılık



'' Aynı gün. Aynı hastane. İki komşu aile bebeklerini beklemekte. Ya bebekler yer değiştirirse ? ''




Aynı gün dünyaya gelen iki kız çocuğu olan Ruth ve Dana, birbirinden tamamen farklı iki ailede büyümektedir. Ruth'un ailesi kırsal hayata mensup ve çiftçi bir aileyken, Dana'nınki ise sanatçı ruhlu ve gezgindir. Ancak iki kızın da kişilikleri büyüdükleri ortama ve yetiştirildikleri aileye çok zıt gelişmektedir. Ruth, resim çizmekten hoşlanan ve ileride ressam olmayı düşleyen bir kızdır, Dana ise ziraat ve tarıma ilgi duyan erkeksi bir bedene ve sert bir karaktere sahiptir. Aileleri ise durumun farkında olmakla birlikte büyük sırlar taşımaktadır ve iki kızın hayat yolu bir şekilde sürekli kesişecektir.



( Spoiler İçerir!!!)



Kitabın büyük sırrını çözmeniz için sadece arkasını okumanın yeterli olacağını düşünüyorsanız tamamen yanılıyorsunuz. April yayınevinin çoğu kitabında aynı durumun geçerli olduğunu görmekle beraber bu beni kitabı okumaktan kesinlikle soğutmuyor, biliyorum ki arkasında yazan sır sadece bir başlangıç.. Kitabın ilk kısımlarında iki ailenin birbirine taban tabana zıt oluşunu ve iki kızın karakterlerinin de bu zıtlığa uygun geliştiğini görüyoruz. Bulundukları aileye kendini ait hissetmeme ruh halinin ne kadar yıkıcı ve travmatik oluşuna şahit oluyoruz. Kızlarımız geliştikçe karakteristik özellikleri oturmaya başlıyor ve git gide içinde bulundukları çevreyi sorguluyorlar. İki ailenin arasındaki ilişki de oldukça tuhaf durumda, ne yakın olabiliyorlar ne de uzak. Başta bu durumun sadece Ruth'un annesinin Dana'ya ve ailesine olan tuhaf saplantısından olduğunu zannediyoruz ki durum bunun çok ötesinde.Ruth'un babasının Dana'nın annesiyle arasındaki gizemli ilişki, sayfaları daha hızlı çevirmenize,kitabın sırlarını daha hızlı çözmek istemenize sebep oluyor. Tahmin edersiniz ki kitabın başından itibaren bebeklerin karıştığı konusunda her okuyucu hemfikir olacaktır ancak ilerleyen kısımlarda bu karışıklığa sebep olan olayları, Ruth ve Dana'nın sanıldığı gibi ayrı dünyaların insanları olmadıklarını göreceksiniz. Üstelik Ruth'un imkansız aşkına şahit olacak, kendinizi onun yerine koyarak ben olsam ne yapardım diye düşüneceksiniz.Dana'nın kimlik arayışının ve bir yere ait olamama hissinin yoğunlukta olduğu kısımlarda gözyaşlarınızı tutamayacağınızdan eminim, benim kitabımın çoğu sayfası gözyaşı izleriyle dolu.


 ------------------------

 Kısacası aşkın sınırlarının ve ebeveyn olmak için sadece kan bağı mı gereklidir sorusunun irdelendiği bu kitaba karakterlerle empati yaptığınızda kendinizi daha fazla kaptıracağınızdan eminim. Meraklıları için benim eleştirilerim bu kadar. Daha fazla yazmama gerek yok, okumak isteyenleri harika bir kitap bekliyor :)



 Okurken dinleyin diye;








17 Eylül 2014 Çarşamba

Mucizeler Çağı / Sevsek mi sevmesek mi ?



Her okuyucu gibi ben de her kitaba büyük ümitlerle başlarım, hatta öyle bir takıntım vardır ki aldığım hiçbir kitabın ilk sayfasını dikkatimi toplamadan okumam, sırf büyüsü bozulmasın diye. Herkes benim kadar tuhaf olmayabilir bu konuda ama elinizdeki kitabın sizi hayal kırıklığına da uğratabileceği ihtimalini bilirsiniz. İşte bu bölüm de bana bu hissi yaşatan kitaplarla ilgili olacak. Ben sevmeme ya da arada kalma sebeplerimi yazacağım, siz de kendi çıkarımlarınızı yaparak alıp almayacağınıza ya da okuduysanız sevip sevmediğinize karar vereceksiniz.







Kitap Adı: Mucizeler Çağı
Kitap Yazarı: Karen Thompson Walker
Yayınevi: Pegasus




                                                           ( Bu bölüm Spoiler İçerir)



Kitap gerek tasarımıyla, gerek kapağı ve sayfa kalitesiyle ''Al beni ve kütüphanene koy. Sonra sürekli izle. '' diyordu resmen. Ben de bu çağrıya karşı gelemeyerek aldım tabii ki. Beni tek çeken nokta dış görünüşü değildi, konusu da bir o kadar güzel aslında. 



'' California'da sıradan görünen bir cumartesi sabahında Julia ve ailesi, dünyanın dönüşünün yavaşlamaya başladığını öğrenir. Günler ve geceler gittikçe uzamakta, yerçekimi kuvveti değişmekte ve doğa yok olmaktadır. 11 yaşındaki Julia ve tüm insanları yepyeni bir dönem beklemektedir.''


 Kitabın ilk sayfalarında kendimi bu mucizevi olayın bütün gizemleriyle karşılaşmaya hazırlamıştım. Sonuçta küçümsenecek bir olay değildi yaşanan, dünyanın tüm dengesini ve biyolojik çevresini alt üst edecek bir şey yaşanıyordu ve karakterler bu olayın ilk sabahına uyandıklarında hissettikleri duyguların panik, heyecan ve ne yapacağını bilememe hali olmasını bekledim. Kitabın bana yaşattığı ilk hayal kırıklığı bu oldu ve ilerleyen sayfalarda da aynen bu şekilde devam etti. Çünkü karakterlerin hiçbirinde bu garipsemeyi, paniği göremedim hepsi bir şekilde kendi dertlerine düşmüş haldelerdi. Baş karakterimiz küçük Julia bütün ailesinden daha bilinçliydi ve yaşından fazla bir olgunlukla olayların hemen farkına vardı.Aslına bakarsanız bu da bana tutarsız ve saçma geldi, karakterin bendeki inandırıcılığını zedeledi diyebilirim. Babasının koyun can derdinde kasap et derdinde tarzı davranışları ve Julia'nın hocasıyla gereksiz ilişkisiyse kitapla ne alakası var diye düşündürdü. Anne karakteri tamamen silik durumdaydı ve Julia'nın yaşadığı çocukluk aşkının bile doğru dürüst okuyucuya geçirilemiyor oluşu kitabın akıcılığını oldukça zorladı. Üstelik müthiş bir hazırlık ve insanlığı kurtarma planları beklerken dönemin hükumetinin olayı sadece hava tahminleri yayınlayarak aktarmaya çalışması ve önlem alınmaması olayı bitiren son noktalardı.

----------------------------------------


 Neyse lafı çok uzattım, şunu açık bir şekilde söylemeliyim ki müthiş bir aksiyon ve dram romanı bekleyenler kendilerini büyük bir hayal kırıklığının içinde bulacaklar. Keşke yazar, bulduğu konunun ne kadar harika işlenebileceğinin farkında olsaymış ve elinden gelenin daha fazlasını yapsaymış. Asla almayın, okumayın demiyorum tabii ki ama bu kitaba ayıracağınız vakitte çok daha iyi romanlar okuyabilirsiniz. Derseniz ki tasarımına hayran kaldım, kütüphanemde bulunsun, hiç zararı yok kitaplığınıza renk katabilir. Benim değerlendirmelerim bu kadar, almayı düşünenler için iyi bir ön izleme olduğunu umuyorum :) 




16 Eylül 2014 Salı

Never Let Me Go ( Beni Asla Bırakma )





Yönetmen:
Mark Romanek

Tür: Bilim Kurgu - Dram
Oyuncular: Carey Mulligan, Andrew Garfield, Keira Knightley


Sizin için ilk olarak incelemek istediğim bu film, çoğu film gibi bir kitaptan uyarlanmış.
İçinde dram ve bilim kurgu türünü aynı anda barındırsa da bilim kurgu kısmının sadece temasını oluşturmak için orada bulunduğunu söyleyebilirim. Arkadaşa bakıp çıkacak.
Yani uzay boşluğu, gezegenler, uçan arabalar ve lazerli silahlar görmeyi bekleyenler bu yazıdan koşarak uzaklaşabilirler. Çünkü aynı zamanda çok üzücü bir aşk hikayesinin içine girmek üzereler.


Konusu: Filmde organ nakli için tasarlanmış klonların, bedenlerine iyi bakmak dışında başka pek bir görevleri yok. Organlarını sağlıklı tutmalılar. Çünkü onları bağışlayacaklar. Peki ya böyle bir durumda duygularını, ruhlarını nasıl sağlıklı tutabilirler? Yoksa onlar gerçekte insan değiller mi? Duyuları yok mu? Ruhlarının olması, sadece bir söylenti mi?

"Belki hiçbirimiz yaşadıklarımızı tam olarak anlamıyor ya da yeterli zamanımızın kalıp kalmadığını hissedemiyor"



Klonlanmanın mümkün olduğu bu dünya, malesef üstünde yaşayan insanlara çok fazla geliyor.

Bilinmezlikten ve insanların, anlamadıkları şeylere olan korkusundan doğan tepkileri çok güzel işlemişler.


Tartışmaya çok açık bir konusu olmasına rağmen ilk dakikasından başlayarak bende ayrı bir yer açtı kendine. Çerez bir film değildi bu, bildiğiniz ana yemekti. Ben her lokmanın tadını çıkardım ve hala tadı damağımda.




Bu film size küçük şeylerden mutlu olanları, mutluluğa ucundan dokunmaya çalışanları anlatacak ve asla unutamayacaksınız.
Hatta gerçekten ama gerçekten duygusalsanız, benim gibi fragmanda bile ağlamayı başarabilirsiniz(!)
Çünkü müzikler ve oyuncular da tek kelimeyle mükemmel...










15 Eylül 2014 Pazartesi

Kardeşimin Hikayesi

                                               

                                                Kitap Adı: Kardeşimin Hikayesi
                                                
                                                Kitap Yazarı: Zülfü Livaneli

                                               Yayınevi: DK Doğan Egmont Yayıncılık


                                                
          Yazıma hangi cümleleri kuracağımı bilmeden ve hazırlıksız olarak başlıyorum çünkü bitireli daha 1 saat bile olmadan bu çok enteresan ama mükemmel kitap hakkındaki fikirlerimi hemen yazmak istedim.
          Bu öyle bir roman ki içinde gizem, cinayet, gerilim, aşk ve insan psikolojisi üzerine ne tür tuhaflık ararsanız var.İnsanın bir an önce bitirmek istediği ancak sonunu okumaya cesareti olmadığı romanlardan.


    
                                              

                                                  ---------------------------------------


Ahmet Arslan, Podima köyü denilen ıssız bir kasabada yaşayan, insan ilişkilerinden ve dünyevi her şeyden elini eteğini çekmiş, kendi halinde emekli bir mühendistir. Ara sıra evin işlerini yapmaya gelen Hatice Hanım ve yakın aile dostları Arzu ve Ali dışında kimseyle görüşmez. Buna ihtiyaç duymadığını, insanın kendine has bütün duygularından arınmış olduğunu, kendine kitaplardan kurduğu dünyada mutlu olduğunu söylemektedir ve herkes bu garip duruma aşina olmuştur zamanla. Ahmet Bey'in bu sessiz ve sakin görünen, inzivada geçirdiği yaşamı arkadaşı Ali'nin eşi Arzu'nun kendi evlerinde düzenledikleri bir parti sonrası feci bir şekilde öldürülmesi sonucu tuhaf bir hal almaya başlar. Olayı araştırmak için köye gelen genç gazeteci kızla Ahmet Bey arasında gelişen tuhaf iletişim, Ahmet Bey'in kendisi kadar gizemli olan ikiz kardeşi Mehmet Arslan'ın tuhaf kişiliğinin ve sırrının kendini göstermesine, cinayetle ilgili ayrıntıların da gün geçtikçe ortaya çıkmasına sebep olacaktır..


                                              -------------------------------------------


                         Aşk, bir uçurum kıyısında gözü bağlı yürümektir..

 

'' Zaman akıyor durmadan. ''

'' Akıyor, doğru '' dedi. '' Zaman bana da bir nehir gibi geliyor.O nehirde yüzüyorum. Sular akıyor ama hangi damla arkamda, hangisi önümde; nehir mi daha hızlı akıyor, ben mi ; su önüme mi geçiyor, arkamda mı kalıyor anlayamıyorum. Gerçek olan tek şey sonsuz bir akış.''

'' Ama ömür diye bir süre var. Sınırlı bir süre. ''

 ''O da görece! '' diye cevap verdi. ''Bazı kelebek türlerinin bir günlük ömrü, hücre bölünmesinin hızlı olmasından dolayı, insanın 80 yılına denktir. Bu durumda 70 yaşında ölen bir insan mı daha uzun yaşar, 25. saatini gören bir kelebek mi? ''


                                       ----------------------------------------------------------

                                                         -Spoiler İçerir!!- 


Romana başlarken bir Livaneli hikayesi okuduğumun bilincindeydim ve beklentilerim üst seviyedeydi. Serenad romanını okumuş olanlar bilir, Livaneli romanlarında genel bir belirsizlik ve rüya hali hakimdir. Olayları bazen berraklıkla bazen de bir sis perdesinin ardından bakıyormuş gibi takip edersiniz. Nitekim bu romanda da aynı hisleri yaşadım. Ahmet karakterinin tuhaflığı itici gelmemekle birlikte beni romanın içine çekti. Karakterin doğasından gelen rahatsız edici bir tarafı var ve bu da romanı daha okunabilir ve merak edilir hale getiriyor. Başlarda romandaki tek gizemin çözülmesi gereken cinayet ve katilin kimliği olduğunu düşünüyorsunuz ama ilerleyen sayfalarda yazar ters köşe olmakla olmamak arasında bir yerde bırakıyor sizi ve bir günde 200 sayfa okuyabilecek duruma geliyorsunuz. Ahmet ve Mehmet arasında geçtiğini düşündüğünüz, Mehmet'in başına gelmiş gibi okuduğunuz kısımlar kitabın aslında en ilginç ve en gizemli tarafları kesinlikle. Ayrıca yazarın romanın son kısmında katilin kim olduğunu okuyucuya bulmaca çözdürür gibi çözdürmesi, okuyucuyu tahmin ettiği sona yaklaştırır gibi yaparken aslında tamamen ters köşe etmesi benim gibi şaşırtan kitaplara ayrı bir saygı duyanları kesinlikle tatmin edecektir. 



                                     --------------------------------------------------------------


İnsan doğasının en ilginç taraflarının yer aldığı bu roman, psikoloji bilimine ve gizemli cinayet romanlarına meraklı okuyucuların elinden bırakamayacağı en önemli kitaplardan. Eğer siz de benim gibi Türk Edebiyatına çok ilgi duymuyor, ama sizi şaşırtabilecek bir roman arıyorsanız Kardeşimin Hikayesi tam size göre. Kendimi spoiler vermeden durdurmam gereken bir yerdeyim, o yüzden iyi okumalar dileyerek yazımı sonlandırıyoruum :)

12 Eylül 2014 Cuma

Neler var bu ara ?



Artık aklıma estikçe, haberdar olduğum kitap sayısı arttıkça bu bölümü yazmaya karar verdim. Bu sefer sadece iki kitabı inceledim ancak daha fazla kitabı inceleyeceğim başlıklar da olacak mutlaka. Bölümün içeriği hoşuma giden ancak henüz okumadığım kitaplardan oluşuyor. E hadi başlayalım o zaman :)


                                                Babamı Beklerken

  

                                   



Uzun zamandır haberdar olduğum ve bir an önce alıp başlamanın hayalini kurduğum bir kitaptı Babamı Beklerken.. Kitabı aldım almasına ama sırada o kadar çok kitap var ki okumam gereken, bir süre daha kütüphanemde beklemesi gerekecek. Ama bu tabii ki sizi kitaptan haberdar etmeyeceğim anlamına gelmiyor. Bende bıraktığı ilk izlenim o kadar olumlu ki kapağıyla, tasarımıyla, aldığı onlarca ödülle gözlerimi kamaştırdı diyebilirim. Tüm bunlara rağmen konusu hemen anlaşılmayan kitaplardan, okuyup görmemiz gerekecek anlaşılan. Farklı bir türle karşı karşıya olduğumuz kesin, bu yüzden değişiklik arayanlar ve ödüllü kitaplara hasret kalanlar için kesinlikle iyi bir seçenek.


                                                    -----------------------------------------
                                                                

                                                Gerçek Renkler

        

 

                                   



Bloğumuz henüz çok yeni olduğu için doğal olarak benim Kristin Hannah manyaklığımı bilmemeniz çok normal ama endişelenmeyin, bu ileride yazacağım kitap eleştirilerinde sık sık karşınıza çıkacağı için çok aşina olacağınız bir durum haline gelecek :)  Bu bölümün amacı okumadığım ancak umutlu olduğum ve en kısa zamanda okuyacağım kitaplardan sizleri haberdar etmek bu yüzden yine izlenimlerimi ve tahminlerimi yazacağım. Kitabın konusundan da anlaşıldığı gibi bizi yine klasik kız kardeşler ve ilişkileri konulu bir kitap bekliyor. Yazarın genel olarak tarzı bu olduğu için, kendini sürekli yineliyor olmasına bir yandan alıştım aslında ama bazen sıkmıyor da değil. Bilen bilir Ateşböceği Yolu gibi bir kitabı bir daha yazması mümkün değil ama diğer kitaplarıyla da hala kalbimde ayrı yeri olan Kristin Hannah'ın bu romanı da benim gibi dramseverlerin ve yazara hayranlık duyanların tercih edebileceği bir kitap gibi görünüyor. Kitap alırken tasarımı da önemli diyenler için harika bir seçenek olduğunu söylememe gerek yok sanırım :)

                                                                  --------------------


11 Eylül 2014 Perşembe

Anlaşma




Kitap Adı: Anlaşma
Kitap Yazarı: Jodi Picoult
Orijinal Adı: The Pact
Yayın:
A.P.R.I.L Yayıncılık 

İlk yazıma kendi açımdan efsane sayabileceğim, son zamanların en başarılı ‘’duruşma temalı kitap ‘’ yazarlarından Jodi Picoult’un
 Anlaşma isimli kitabıyla başlamam kesinlikle tesadüf eseri değildir. Tamamen planlı ve kurgulu bir hareket olarak, eğer daha önceden okumayanlar varsa sizleri de kendi bağımlılığıma alet etme amaçlıdır, önemle duyurulur. Yazara ve kitaplarına aşina olanlar varsa zaten ne demek istediğimi çoktan anlamışlardır diye düşünüyorum. Kendi alanında çok iddialı bir yazar olan Jodi Picoult beni her zamanki gibi bu kitabında da bolca ağlattı, çelişkide bıraktı, uyku düzenimi mahvetti ve gözlük kullanmaya bir adım daha yaklaştırdı. Şikayet ettiğim sanılmasın ben halimden gayet memnunum :)



‘ Söylenecek bir şey kalmamıştı


Kollarını ona dolayan kızın hayatının her evresini gözünün önüne getirebiliyordu; beş yaşında daha sarışın, on bir yaşında hızla boy atıyor, on üç yaşında elleri erkeksi. Mehtap, çekik gözlerinde yansıyarak yuvarlanıyordu gökyüzünde. Kız onun teninin kokusunu içine çekti ve ‘’Seni seviyorum’’ dedi.
Genç adam onu o kadar usulca öptü ki kız bunu hayal ettiğini sandı; gözlerine bakmak için biraz geri çekildi. Ve silah patladı. ‘


Beni öldürecek kadar seviyor musun ?



Harte ve Gold; yan yana evlerde yaşayan, birbirine çok yakın iki aile ve hikaye ailelerin çocukları Chris ve Emily’nin temelleri daha beşikte oldukları zamana dayanan sıradışı ilişkilerine dayanıyor. Kalpleri ve ruhları daha doğdukları an birbirine bağlanmış bu iki çocuğun hayat hikayesi Emily’nin gizemli ölümüyle tamamen ters düz oluyor ve kitap boyunca iki ailenin ayakta kalma mücadelesini okuyor, ve Chris’in sakladığı, boyunu çoktan aşan sırrının gizemini çözmeye çalışıyoruz. Gizem Emily’nin başından vurulduğu andan başlıyor ve tahmin edersiniz ki olay yerindeki tek kişi Chris’ten başkası değil.



------------- Spoiler İçerir -------------



Geldik en sevdiğim kısma, yani kişisel yorum bölümüne.. Kitabın başlangıcı beni sarsmadı desem kesinlikle yalan olur çünkü en büyük gizem kitabın başında okuyucuya sunulmuş gibi hissettim ama tabii ki haksız çıktım ve kendimi bu hayret verici kitapta kaybettim. Kitap geçmişe ve şimdiki zamana yolculuklar yaparak ilerliyor ve bu sayede geçmişte yaşananlar ve hissedilenlerle şimdi olan olaylar arasında bağlantı kurabiliyoruz. Şahsen benim en sevdiğim kısımlar Emily’nin cinayet mi yoksa intihar mı meçhul ölümünü aydınlatmaya çalışan, geçmişi anlatan bölümlerdi, böylece ilişkilerinin gelişme aşamalarında sanki yanlarındaymışım gibi hissedebildim, her olayı onlarla birlikte ben de yaşadım. Her bir sayfasında kimi zaman Chris’in aşkıyla Emily’ninki bir mi dedim, kimi zamansa Emily’e hak vererek Chris’ e kızdım. Ailelerin hangisi haklı sorusunu her sayfada sordum kendime ama net bir cevabım yoktu. Çünkü kitap tam bir çelişkiler kitabı.


Duygu karmaşaları arasında gidip geldiğim yetmiyormuş gibi kendimi duruşma salonunda hakimin yerine koyduğum da oldu sorgulanan benmişim gibi hissettiğim de. İnsanın vicdani değerlerini, bir insanın karşısındakini ne ölçüde ne kadar sevebileceğini, yapabileceklerinin bir sınırı olup olmadığını o kadar çok sorup durdum ki kendime bu açıdan okuması çok rahat bir kitap olduğunu söyleyemeyeceğim. Mutlu olmasa da kesin bir son beklemeniz de hata olur, yazar sonunu sizin vicdanınıza ve kitaptan yaptığınız kişisel çıkarımlara bırakmış. İnsanın direkt kalbine dokunan, bu özel romanı okurken kendinizi çelişkilerde kaybetmeye, duruşma salonlarının soğuk ve gergin havasına, gençliğin umursamaz ve acı zamanlarına ve en önemlisi de aşkın insana neler yaptırabildiğine hazırlayın derim. Tabii ki yanınızdan bir kutu mendil ve kahveyi eksik etmeden.. Keyifli okumalar..:)
Önerilen şarkı :